Bu hafta yeni bir okula, İTÜ’de Türk Müziği bölümünde yüksek lisansa başladım. Konservatuar ortamının bugüne kadar alışık olduğum üniversite ya da eğitim geleneğinden oldukça uzak bir yapısı olduğunu söyleyebilirim.
Öncelikle Maçka Kampüsü’nden bahsetmek gerek. Nişantaşı’ndan devam edince, Beşiktaş’ın üst tarafında tam olarak Maçka Parkı’nın yanında oldukça güzel bir yere konumlanmış olan kampüs hazırlık, işletme fakültesi ve konservatuarı barındırıyor. Kampüsün içerisinde bir tarihi bir bina var, Osmanlı döneminde silahhaneymiş. Bina kendine has mimarisiyle görülmeye değer bir şaheserdir ama bizim orada çok da işimiz yok; sadece yemekhane var orada. Kampüsün tam koordinatlarına bu linkten gidebilirsiniz.
Burası, özellikle de yokuşun alt tarafındaki -konservatuarın olduğu- kısım, üniversite kampüsünden çok Eski Yunan’daki felsefe okullarına benziyor. Müthiş bir gelenek ve görenek aktarımı var. Kampüste birlikte yaşadığımız bir lise var, hatta zili bile çalıyor. Bu lisede üstün yetenekli çocuklar müzik üzerine eğitim ve öğretim görüyorlar. Bu çocuklar lisans, yüksek lisans, master ve doktora öğrencileriyle aynı kantinleri vs. paylaşıyor. Sıradan bir “lise öğrencisi” profilinin çok üstünde bir kitleden sözedilebilir. Herbiri birşeyleri iyi derecede çalan bu çocuklar gelecek vaadediyor.
Ortalama bir kampüsün dersliklerinde müzik sesi duymanız imkansızdır. Hatta, kazara birşeyler çalacağınız tutarsa sizi “gürültü yapıyor” diye şikayet ederler. Burada tam tersi, koridorlardan piyanodan klasik kemençeye türlü çeşitli enstrümanın sesi yükseliyor. Örneğin, geçen gün sabah ders için koridorda beklerken, abinin biri boş bir sınıfta klarinet çalışıyodu. Sabah sabah profesyonel sayılabilecek bir elden, canlı olarak birkaç taksim, ardından “gam zedeyim deva bulmam” dinledim. Alışık olmadığım için sabahın o saatinde ciğerim parçalandı ama o kampüste ders aldıkça böyle şeylere alışmak gerek.
Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete. Bakalım ileride beni ne bekleyecek.