Dün gece Güz Sancısı’nı izledim ve bugün onun hakkında yorumlarımı paylaşmak istiyorum. Görüşlerim hakkında kopya verecek olursam, film olmamış. Bunu birçok boyutta ele alacağım.
Filmi izlemeyenler için not: bu yazı filmin olay akışı hakkında bilgi içermektedir.
Öncelikle, senaryodaki kısırlık ve işlenişteki sığlık filmin en ciddi sorunu. Aynı kadronun çekmiş olduğu Hatırla Sevgili dizisindeki performansın çok ama çok altındalar. Hatta işleniş o kadar vasat ki 6-7 Eylül olayları hakkında birşeyler okumuş olmama rağmen konuyu zar zor anlayabildim. Sırf ana akışta değil, teferruatlarda da anlatılmak istenen anlatılamamış. Somutlaştıracak olursak; Behçet ve Suat’ın arkadaşlığı anlaşılmıyor. İlk başlarda kardeş filan zannediyorsunuz. Sonrasında üniversitede asistan oldukları da yine zar zor anlaşılıyor. Nemika’nın konuyla ne ilgili olduğu, Kıbrıs Türktür Cemiyeti ile üniversitenin ne ilgisi olduğu (mekan bağlanımda soruyorum) anlaşılmıyor.
Diğer cephede, Elena’nın hikayesini hiç bilmiyoruz, sadece yatakta otururken annesine babasına ne olduğunu kendisi sığ bir biçimde anlatıyor. Bu karakterin arka planı hakkında verilen eksik bilgi de izlenebilirliği ve olaylar arasında zaten oldukça zayıf bir biçimde kurulmuş olan bağlantıyı daha da zayıflatıyor. Sonra oyuncakçı amcaya gelince, tamamen “fasülyeden” bir karakter olarak var olmuş filmde. Tek işlevi son sahnede yaşlı kadınla gidiyor olması. Ancak, o amcanın hikayesi, kim ve neci olduğu hakkında hiçbirşey verilmeden öylece bir karakter olarak olaylara dahil edilmesi yine kurulamayan bağlantılara bir yenisini daha eklemiş.
O dönemin derin devletçileri ve Kıbrıs Türk’tür cemiyeti arasındaki ilişki oldukça yüzeysel anlatıldığı gibi karakterler de bi hayli zayıf. Kaldı ki İlker Aksum ve Hüseyin Avni Danyal gibi sağlam oyuncular dahi oldukça verimsiz.
Olayın kilit sahnelerinde bir aksiyonsan söz edilemediği gibi çarpıcı da değil. Mesela gazetenin sahibinin öldürüldüğü sahne ya da sonrasında dükkan yağmalarının yapıldığı sahneler çok alakasız bir müzikle ve çok yapay bir ortamda verilmiş. İzleyici olarak bu olay karşısında sinirlerim dahi bozulmadı, hatta hiçbirşey hissetmedim. Oysaki, bu sahnede seyirci rahatsız edilmeli, olayın ne kadar trajik bir vaka olduğu buram buram hissettirilmeliydi diye düşünüyorum.
Oyunculardan bahsedecek olursak, Behçet karakteri rolüne gitmemiş. Donuk donuk bakıyor sadece. Pasif bir karakter çizilmeye çalışılmış sanırım ama olmamış. Beren Saat’e gelince elbetteki filmde güzelliğiyle göz kamaştırıyor her zaman olduğu gibi ancak Beren Hanım’ın Rumca ve Rum aksanlı Türkçe konuşması gerçekten çok rahatsız edici. Mesele sadece şive ile de ilgili değil. Beren Hanım’ın oyunculuğunun da zayıf olduğunu düşünüyorum. Hatta sinirlenip, evde babaannesiyle kavga edip ortalığı dağıttığı sahne dışındakayda değer bir performansı yok diyebilirim.
Okan Yalabık ise yine potansiyelinin altında bir oyunculuk sergiliyor ve yine dizinin genel atmosferine bağlıyorum durumu. Yine Murat Yılmaz’la olan arkadaşlık ilişkisi çok yapay. Adamlar hiçbir önemli konuyu konuşamıyorlar.
Bir de müziklere değinelim, müzikler bukadar mı alakasız olur. Hele de filmin sonunda çalan Pontosça şarkı? İstanbul Rumlarıyla Pontos Rumları, Türkle Azeri gibi, temel özellikleriyle benzer ama birbirinden ayrı iki topluluktur. İstanbul Rumları’yla Pontos Rumları, coğrafi olarak farklı alanlarda ikamet ettikleri gibi sınıfsal ve kültürel olarak da farklıdırlar. İstanbul Rumları genel olarak tüccar, esnaf ya da zanaatkar gibi orta sınıftan insanlarken, Pontos Rumları daha çok köylü ve denizcidir. Kaldı ki mübadeleyle Hristyan Pontos Rumu neredeyse hiç kalmadığı gibi, 6-7 Eylül olaylarının Pontos Rumlarıyla hiçbir alakası da yoktur. Pontos müziği genel olarak Karadeniz müziğinin form, tema ve kalıplarını içerirken İstanbul Rumları’nın müzikleri Türk Sanat Müziği’ne yakın olmakla birlikte kendine has formları ve genreları da mevcuttur. Ancak, filmin sonunda kemençe eşliğinde Pontos Rumcası bir şarkı var ki bence hiç olmamış, hatta filmin havasına zar zor giren bir izleyici olarak beni o havadan iyice uzaklaştırmıştır. Sırf dili “Rumca” olduğu için bu şarkının seçilmesini sığlık olarak niteliyorum.
Senaryoyla ilgili kızdığım bir diğer konu ise neden Rum karakterin bir fahişe olduğu? Ben bunu Rumlar’a yapılmış bir hakaret olarak kabul ediyorum çünkü Rumlar’a yönelik bir katliamı ve yağmayı anlatan ve bir Rum karakterini teferruatlı olarak işleyecek olan alanında ilk yapım olarak neden babaannesi tarafından pazarlanan bir fahişe esas karakter olarak seçilmişti ki? Durum öyle bir izlenim veriyor ki sanki fuhuş bu insanların ata sporu, insanlar yüzyıllarca sadece fuhuştan geçinmiş. Senaryo vasat olunca yapım da vasat oluyor haliyle.
Sonuç olarak, bu topraklarda yaşanan sayısız acıdan ve sırf çoğunluktan olmadıkarı için katliama ve yağmaya maruz bırakılan birçok halktan biri olan Rumların ve daha genel anlamda ülkemizde bir geçmişi olan, daha önce ve sonra da tekrar eden bu iğrenç geleneğin Rumlar özerlinde esas alındığı bir film açıkçası vicdanlı insanlar arasında bir umut yaratıyor ancak filmin üçte ikisinin zaman doldurmaya dayalı prime time dizisi mantığından öteye geçemediği ve zayıf bir kurgunun sığ bir biçimde işlenmiş bir yapımda ibaret olması açıkçası beni hayal kırıklığına uğrattı. Umarım, bu konuda ileride daha güzel bir kurgu daha derinlemesine işlenir ve bu olarlara dair sanatsal bir belge olarak izlenebilir.