Dillere ilgi duyan, dilbilim ve etimoloji gibi konuları severek takip eden, birkaç dili akıcı olarak konuşan ve sayısını hatırlamadığım kadar dilin gramerini etüt etmiş biri olarak, diller arasındaki sosyal ve politik duruma, aralarındaki itiraf edilmeyen hiyerarşiye dair kafamda oluşan birtakım düşünceleri bir yazıda toparlamak istedim.
Buradaki sınıflandırma ile dillerin politik güçlerine göre sınıflandırmasını yaptığımızı da söyleyebiliriz. Öncelikle, bu sınıflandırma çabası bilimsel bir çaba değildir. Hem objektif hem de sübjektif birikim ve gözlemlerimin harmanından doğmuştur. O bakımdan kategorizasyon çok net sınırlarla yapılmamış olabilir, okuyucunun “şu dil şuraya değil buraya dahil olabilir” gibi yorumlar yapması mümkündür. Bu yazı aynı zamanda, “sence şu dili mi öğrensem daha iyi yoksa bu dili mi” diye soran gençlerin tercih yapması konusunda bir kılavuz işlevi görebilir.
Aslında üç kategori dil olduğuna kanaat getirdim. Yüksek kültür dilleri, ulus devlet dilleri ve yerel diller. Ancak bu üçlü kategori biraz fazla sert oldu ve özellikle ulus devlet kategorisinin alt ve üst sınırlarında yer alan çok sayıda dil olduğunu gördüm. Daha sonra dilleri beş kategoriye ayırdım. Yüksek kültür dilleri, eski emperyal diller, ulus-devlet dilleri, uluslaşma sürecindeki diller ve yerel diller. 2 ve 4 aslında ara kategorilerdir. Yani eski emperyal diller çaptan düşmüş üst kültür dilleri iken aynı zamanda ulus devlet dili olmaktan fazlası olanlardır. Aynı şekilde uluslaşma sürecindeki diller ise yerel dile göre çok daha güçlü olup da ulus devlet dili sayılamayacak olanları bir araya toparlamak için kullandığım bir ara kategori oldu.
Şimdi bu kategorilere ayırırken hangi kriterleri esas aldım ve hangi dilleri dahil ettim, etraflıca bakalım.
1) Yüksek kültür dilleri
Sevan Nişanyan’dan ödünç aldığım bu ifade altına topladığım diller, bilim ve sanat alanında hacimli içeriğe sahiptir.
Kriterleri sıralayacak olursak:
- Birden fazla ekonomik ve askeri açıdan gelişmiş ülkenin resmi dilidirler.
- Bu dillerde edebiyat, hukuk ve teknoloji gibi alanlar ile çeşitli bilim ve sanat dallarında büyük hacimlerde üretim yapılmıştır ve gelişmiş birer dağarcığa sahiptir.
- Hem ifade gücü bakımından kuvvetlidir hem de pek çok istisnai durumu anlatmak için spesifik sözcüklere sahiptir.
- Etki alanı bakımından oldukça geniş bir etki alanına sahiptir.
- Pek çok insanın ikinci dil olarak öğrenmek istediği dillerdir.
Bu kategorideki dillerin bir diğer özelliği de şudur; başka dillerden çok sayıda kelime içerirler ve bu konuda çoğu zaman milliyetçi bir refleks görülmez.
Tahmin edileceği üzere bu kategorideki dillerin başında İngilizce gelir. Basit ve işlevsel yapısı, akıllara durgunluk veren zengin ve teferruatlı dağarcığı ile akademi, bilim, sanat ve internette en baskın dil olan İngilizce, aynı zamanda günümüzde birbirini anlamayan farklı ülkeden iki insan için akla gelen ilk dildir.
İngilizce dışında Fransızca, Almanca, Rusça ve İspanyolcayı bu kategoride görmek mümkündür. Gençken, teferruatlı bir şekilde etüt etme fırsatı bulduğum Rusçanın bu sıralamada İngilizceden hemen sonra gelebileceğini düşünüyorum. Rusça, Sovyetler döneminde bütün Sovyet ve Doğu Avrupa coğrafyasında lingua franca işlevi görüyordu. Eğitim ve radyo-televizyon yayınıyla çok geniş kitlelere öğretildi. Sovyet deneyiminden takriben 1.5-2 asır önce bir reform sürecine giren Rusça, Sovyetlerin kurulmasının ardından ufak birkaç düzenlemeye maruz kaldı. 1990 sonrasında kendi hinterlandında kan kaybetmiştir ancak de halen çok büyük güce ve etkiye sahiptir.
Rusçanın hüküm sürdüğü alanlarda insanların Rusçaya hakimiyeti çok üst seviyelerdedir. Ruslarla yıllar evvel yollarını ayırmış olan Litvanya, Estonya, Letonya gibi ülkelerde dahi halen nüfusun ciddi bir kısmı tarafından akıcı olarak konuşulur. Hatta Belarus ve Kırgızistan gibi bazı ülkelerde Rusça, ulusal dilin dahi önündedir. Teknik olarak da yine sağlam bir dağarcığa, anlatım gücüne ve literatüre sahiptir. Şu an bu konumunu korumaya devam ediyor.
Almanca, öğrenmesi can yakıcı dillerden biri olsa da şahsen en çok saygı duyduğum dillerden biridir. Çünkü şu an sahip olduğu yüksek kültür dili olma konumu, büyük ölçüde birinci dil olarak konuşanların kendi çabalarının ürünüdür. Almanya, Avusturya ve İsviçre’nin resmi dili olan Almanca, orta ve kısmen doğu Avrupa’da hüküm sürmüş olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu haricinde bir imparatorluk dili olmamıştır. Şu an bilimsel alandaki yazılı materyal üretiminde İngilizceden hemen sonra gelir. Ayrıca felsefe, tarih, çeşitli mühendislik dalları gibi sayısız alanda dev bir birikime sahiptir. İstisnalarla dolu grameri onu mensubu olduğu dil ailesinin en karın ağrıtıcı üyelerinden biri yapsa da (politik gücünün sonucu olarak) Almanca öğrenenlerin pişmanlık yaşadığı vakî değildir.
İspanyolcanın da buraya ait olduğunu düşünmek için pek çok neden var. Latincenin torunlarından olan ve geçmişin en büyük imparatorluk dillerinden biri olan İspanyolca, bugün sayısız ülkenin resmi dili olarak canlı bir şekilde hayatına devam eder. Bilim, sanat, edebiyat ve başka konularda oldukça sağlam bir birikimi olan İspanyolca, üretime devam etmektedir. Enteresan bir şekilde ABD’nin bir kısım güney eyaletlerinde, toplumun alt sosyoekonomik katmanları arasında İngilizce ile rekabet halindedir ki bu İngilizcenin sahip olduğu kudret hesaba katıldığında oldukça sıra dışı bir durumdur. Dağınık olarak birçok ulusun “ulus devlet dili” olsa da totalde bir ulus devlet dili olmaktan çok daha fazlasıdır. İspanyolcanın gerek ürettiği kültürel içeriğin toplam hacmi, gerek ikinci dil olarak öğrenilme konusundaki talep de göz önüne alınınca kesinlikle bu kategoriye ait olduğuna kanaat getirdim. Şunu da belirtelim, öğrenmesi çok keyiflidir.
Fransızcanın bu kategoride olması gerektiği su götürmez bir gerçek, ancak eski tadı kalmamıştır. Yüz yıl öncesinde, en büyük ve güçlü dil iken dünya savaşları sürecinde ve sonrasında lingua franca rolünü peyderpey İngilizceye kaptırmıştır. Akademide, diplomaside, sanat ve edebiyat gibi konularda herhangi bir ulusal dilin Fransızcanın ölüsüyle dahi rekabet edemeyeceğini belirtelim. Fransızcanın günümüzde kesinlikle bir yüksek kültür dili olduğunu ancak trendin uzun vadede aşağı yönlü olduğunu söyleyebiliriz.
2) Eski Emperyal Diller
Bu diller yüksek kültür dillerinin bir uzantısıdır, yukarıda saydığımız kriterlerin bir kısmına sahiptir. Geçmişin güçlü ve büyük devletlerinin kullandığı ancak zaman içerisinde gücünü kaybetmiş, çaptan düşmüş ama halen bir birikimi olan yüksek kültür dilleridir. Seyirleri doğal süreç içerisinde gelişmiştir ve genelde zengin birer literatüre sahiptirler. Birden fazla devletin resmi dili olarak kullanılırlar ancak etki alanları tarihsel bir sebeple sınırlı kalmıştır, zaman içinde daralmıştır ya da bölünmüştür.
Flemenkçe (ya da Hollandaca-Dutch) bu kategoriye bir örnektir. Bu dil Hollanda imparatorluğunun yazı dili olarak bir süre kullanılagelmiştir. Birkaç yüzyıl öncesine kadar ciddi bir kültürel birikime sahipti. Hollanda’nın sömürgelerini İngiltere’ye kaptırması, politik gücünün ve etki alanının azalması ile dilin etkisi de azalmış, Dutch dili bir ulusal dil seviyesine sıkışıp kalmıştır. Bu savrulmanın bir diğer tezahürü olarak da aslında bir arada olması mümkünken Dutch, Afrikaans ve Belçika Flemenkçesi gibi alt gruplara bölünmüştür.
Gramerini etüt etmekten en çok keyif aldığım ve sübjektif yorumuma göre kök ve vezin yapısına hayran olduğum Arapçanın, yüksek kültür dilleri kategorisine dahil olacak bütün imkanları vardır fakat tam olarak o kategoride değildir. Tarihin gelmiş geçmiş en güçlü yazı dillerinden biri olan Arapça, İslam kültürü ile doğrudan ya da dolaylı olarak temas etmiş ve o dillerde büyük izler bırakmıştır. Günümüzde 22 ülkenin resmi dilidir. Ancak Arapça toplam bilimsel, teknik ve edebi içerik üretimi küçük bir kuzey-batı Avrupa ülkesinden bile daha azdır. Özetle, geçmiş ve günümüzdeki konumuna bakarak Arapçayı eski emperyal diller kategorisinde görmek mümkündür.
Portekizce de bu kategoriye alınabilecek bir başka dil olarak karşımızdadır. Brezilya ve Portekiz’in dili olan ve 300 milyona yakın insan tarafından ana dili olarak konuşulan Portekizce, yüksek kültür dilleri ile kıyaslanamasa da akademide kendinden beklenenden daha iyi bir yere sahiptir. Aslında ulusal dil sayılabilecek bir yerdeyken düzenli olarak yukarı yönlü bir trend izler. Bu bakımdan bu kategoriye layık gördüm.
Çince (Mandarin) de bu kategoridedir. Aslında dev bir ulusun ulus-devlet dili de sayılabilir. Sebeplerine gelince, birincisi, tek bir devletin dilidir. İkincisi ise yakın zamanda, yani Mao’nun devriminden sonra büyük bir reform sürecinden geçmiş ve şu anki halini almıştır. Bunlar ulus devlet dili olmanın standart özellikleridir. Buna karşın, tahmin edileceği üzere, literatür ve sanat eseri imalatında çok büyük bir hacme sahiptir. Elbette bu durum Çin’de, Birleşmiş Milletler’e kayıtlı ülkelerin yarısının nüfusundan daha fazla bilim ve sanat insanı olmasının sonucudur. Çin’deki ekonomik ve sosyal gelişmeler nedeniyle trend yukarı yönlüdür. Ancak yazı sistemini öğrenmenin teknik zorlukları, ikinci dil olarak yayılma ihtimalini neredeyse imkansız hale getirir. Bu durum emperyal gücü ne kadar artarsa artsın, Çincenin yüksek kültür dili olması önünde ihmal edilemeyecek bir engeldir.
3) Ulus Devlet dilleri
Kriterler:
- Uluslaşma sürecinde bir ulus devletin resmi dili haline gelmiş ve belirli bir hacmin üzerinde yazılı içerik oluşturmuş dillerdir.
- Genelde orta boy bir devletin resmi dilidirler.
- Kendi dar hinterlantlarında baskın, güçlü ve rakiplerine karşı gaddardırlar.
- Genelde bir devlet otoritesi tarafından sağlanan destekle bu pozisyona kavuşmuşlardır ve yine devletten aldıkları güçle de bu pozisyonlarını korumaya devam ederler.
- Üst kategorilerdeki dillere kıyasla içerik, ifade gücü ve etki alanı bakımından daha zayıf durumdadırlar.
- İstisnalar haricinde bu dilleri ikinci dil olarak konuşan herkes öğrenmeye mecbur olduğu için öğrenir. O ülkede etnik azınlık olan ya da o ülkede bir ticaret ilişkisi olan insanlardır. İstisnalar ise bir sebepten o ülkenin diline ve kültürüne hayranlık duyan insanlardır. Akıcı şekilde Türkçe konuşup saz çalan Polonyalı Petra Nachtmanova gibi.
Bunlara ek olarak, bu kategorideki dillerin bir diğer özelliği de yüzde yüz doğal olmamalarıdır. Bu diller kendi hayat döngülerinin bir aşamasında muhakkak devlet eliyle bir dil devrimi geçirmiştir. Politik olarak bir taraftırlar ve hinterlantları içerisinde başka dillerle çatışmış olmak, onları yok etmeye çalışmak gibi bir mazileri vardır. Eski bir dile uzanan bir tarih iddiası da muhakkak vardır ve kelimelerin kökeni konusu bu diller için çok önemlidir. Başka dillerden, özellikle de yukarıdaki iki kategoride yer alan dillerden bu dillere geçen kelimelerin temizlenmesi çok büyük bir meseledir. Hiç bitmeyen bir saflaştırma iddiası ve çabası ile hayatlarına devam ederler.
Bu kategoride Macarca, Polonyaca, Türkçe, Bulgarca, Rumence, Korece, Ermenice gibi 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk yarısında uluslaşma sürecinden geçmiş dilleri görebiliriz.
Türkçenin serüveni ilginçtir. Dil devriminden önceki Türkçe ya da bugünden geriye doğru verilmiş adı ile “Osmanlıca”, eski emperyal diller kategorisinde olacak potansiyele ziyadesiyle sahipken, hatta yüksek kültür dili olmaya adayken, 1932 dil devrimi ile Türkçe’nin kelime hazinesi radikal bir biçimde budanmıştır. TDK komisyonlarında üretilen ve Göktürk Türkçesi’nden kalan oldukça kısıtlı bir dağarcığın Türkçe’nin özü olduğuna kanaat getirilmesiyle türetilen yapay kelimelerle, dolaşımdaki kelimelerin kökeni büyük ölçüde “Türkçeleşmiştir”. Ama ifade gücü de bir o kadar daralmıştır. Nereye koyacağımdan bir türlü emin olamadım, ulusal diller kategorisinin tepesinde, eski emperyal diller kategorisinin ise en altında bir yerlerde salınıp durdu, üç buçuktan üç verdim ve buraya uygun gördüm. Muhtemelen, bir dil devrimi geçirmeseydi Türkçe’nin ölüsü dahi bir üst kategoride yer alacakken, şu anki hali ulusal diller kategorisinin üst sınırlarında dolaşıyor. Özetle, geliştirmek maksadıyla bir dil devrimi yapıp, sonucunda kendi konumunu aşağı çekmesi bakımından Türkçe’nin hazin bir öyküsü vardır.
Ayrıca, politik bir tarif olarak Türkî diller ailesine mensup bütün dillerin “bir çeşit Türkçe” olarak tanımlanması durumu vardır. Tahmin edileceği üzere, bunun altında yatan sebep açık biçimde kültür-politik bir yayılma sahasının tarifidir. Ancak bu yaklaşım hem dilbilim hem de pratikteki durum açısından gerçek dışıdır. “Kazak Türkçesi”, “Kırgız Türkçesi” gibi ifadeler politik amaçlarla kullanılsa da Türkçe, Kazakça, Kırgızca ve diğerleri birbirinden bağımsız dillerdir. Elbette aynı kökten türemiş ve inanılmaz miktarda ortaklıkları vardır, ama ayrı dillerdir. Çünkü bu dilleri konuşanların birbirleri ile tercümansız anlaşma imkânı yoktur. Azerbaycan dili tek istisnadır. Türkçe konuşanların özel bir eğitime sahip olmadan tercümansız olarak anlaşabiliyor olması açıkça bu dilin Türkçe’nin bir lehçesi olduğunu gösterir. Ancak aralarında karşılıklı anlaşılabilirlik olmasına rağmen, Azeri lehçesinin yazılışındaki fark, Rusçanın etkisi ve ek olarak Türkçe’nin geçirdiğini dil devrimi bu iki lehçeyi bir asır öncesine kıyasla birbirinden bir miktar uzaklaştırmıştır.
Modern öncesi dünyanın en güçlü yazı dillerinden biri olan Farsça, günümüzde bir ulus devlet dili ile yüksek kültür dili olmanın arasında salınırken, kanaatimce bir alt kategoriye düşer. İran ve Tacikistan’ın resmi dili, Afganistan’ın ise iki resmi dilinden biridir. Onun dışında Özbekistan ve Kırgızistan gibi Orta Asya ülkeleri üzerinde hatırı sayılır bir hinterlandı vardır. Hatta Türkçeden Uygurcaya geniş bir dil coğrafyasında günümüzde dahi çok büyük etkisi vardır. 19. yüzyılda İran’ın modernleşme sürecinde Farsça üzerinde de büyük bir dönüşüm yaşandı. Bugün bir İranlıya Farsça olarak “nasılsın” diye soracak olursanız alacağınız cevap “mersi” yani Fransızca bir sözcük olaraktır. Buna rağmen geçmişten gelen yazılı geleneği oldukça kuvvetlidir. Hatta yazı dili olarak kuvveti Türkçe ve Türki diller ailesine mensup diller üzerindeki etkisi, çok sert dil devrimlerine rağmen sadece azaltılabilmiş, tamamen silinememiştir. Tacikçe olarak bilinen ve Kiril harfleri ile yazılan varyasyonu, Sovyetler döneminde İran Farsçasından biraz uzaklaşmıştır. Eski zamanlarda üst zümreler tarafından konuşulduğu rivayet edilen ve Farsçanın en ağdalı versiyonu olan Dari, Kuzey Afganistan’da konuşulur. Farsça varyasyonları içerisinde bir şekilde en çok anladığım ve sevdiğim bu dil, İran Farsçası gibi “ağız eğerek” konuşulmaz. Yaygın kullanılan aksanı adeta bir musikiye sahiptir. Fakat günümüzde Afganistan’ın politik durumundan dolayı bu dilin gelişimi paralize olmuştur. Herhangi bir kültürel ilerleme imkanı ve ihtimali görünmüyor.
İsveççenin kendine has bir durumu vardır. Evvelinde İsveççe, Norveççe ve Danca aynı dilin lehçeleriyken politik nedenlerle birbirinden ayrıştırılmışlardır. Zira bu dilleri konuşanlar günümüzde dahi birbirini büyük ölçüde anlarlar. Burada uluslaşma sürecinde bir dilin nasıl paçavraya çevrilebileceğine dair ibretlik bir hikâye var. Normalde Norveç’te konuşulan Norsk dili İsveççe ile hem çok yakın akraba hem de İsveççeden çok ciddi şekilde etkilenmiş bir dildi. Ancak Norveç, bir politika olarak İsveççeden uzaklaştırılmış bir yazı dili geliştirme çabasına girdi ve Bokmal yani “kitap dili” olarak tercüme edilebilecek bir dil geliştirildi. Norsk ile İngilizcenin bir harmanı diyebiliriz. Uzun yıllar basın yayın sektöründe, resmi yazışmalarda Bokmal dili kullanıldı, daha doğrusu zorla kullandırıldı. Buna karşın, sıradan insanın Norsk konuşmasına engel olunamadı. Norveç devleti bir noktada gerçeklerle kavga etmeyi bıraktı ve Norsk tekrar eski itibarını kazandı. Ancak bu defa Bokmal dilinde çöpe atılamayacak kadar yazılı-sözlü materyal oluştu ve bunlardan da vaz geçemediler. Şu an Norveç’te her iki dil de varlığını devam ettiriyor. Yani İsveççeden ari bir Norveç dili üretelim derken iki tane Norveççe ile kalakaldılar. Yeşilçam filmlerindeki artist olmak için evden kaçıp, birkaç yıl sonra kucağında bir çocukla baba evine dönen genç kız misali. Benzeri bir hikâyeyi Yunancadaki Dimetoka meselesinde de görebiliriz ama Yunancada da halkın dili, yapay dile baskın geldi.
Politik gücünün çok üzerinde bir popülerliğe sahip olan İtalyanca esasen birbirine çok yakın birkaç yerel dilin, bir şehir devletine ait olan lokal bir yazılı dil içinde eritilmesi ve Latinceyle bir miktar harmanlanmasından doğdu. Bu haliyle modern dil devrimleri ile ulus devlet dili yaratma modasının öncüsü kabul edilebilir. Sadece İtalya’da ve bir de İtalya’dan Arjantin’e bir asır kadar önce göçmüş kesimler arasında konuşulur. Arjantin’deki İtalya kökenlileri hafife almamak gerek, zira ülke nüfusunun yarıya yakınından söz ediyoruz. Latinceye en yakın yaşayan dil olduğu kabul edilen İtalyanca hoş, kendine has bir musikisi olan şirin, sıcak bir ulus devlet dilidir.
Japonca bu kategoride yer alan özel bir dildir. Her ne kadar bir ulus devlet dili olsa da üretilen içeriğin hacmi yüksek kültür dillerine denktir. Ancak ikisi heceye dayalı (Hiragana ve Katakana) biri de eski Çin hiyeroglif yazı sistemine dayalı (Kanji) 3 yazı sistemini aynı anda kullanmak gibi bir çılgınlık yapıyor olmalarından dolayı, grameri çok da karmaşık olmayan Japoncanın ikinci dil olarak öğrenimini imkansıza yakındır. Makul bir yazı sistemi olsa ikinci dil olarak oldukça popüler bir dil olacağını düşündüğüm Japoncanın, mevcut koşullar altında kör ulus devlet dili olarak sıkışıp kalmaktan başka bir seçeneği görünmemektedir.
Hintçe dev bir ulus devlet dilidir. Aslında eski ve köklü bir yazı dilinin devamıdır. Ancak kendini Farsçadan arındırmak maksadı ile antik ve ölü bir dil olan Sanskritçe ile harmanlanmak suretiyle bir dil reformundan geçmiştir. Ayrıca etki alanında blok bir hakimiyeti yoktur, çok sayıda dille dışarıdan görünmeyen bir mücadele halindedir. Ayrıca genişleme sahası ya da ikinci dil olarak öğrenilme ihtimali bakımından İngilizce ile kaybetmeye mahkûm olduğu bir rekabete girmek zorundadır. Aslında düşman kardeşi Urduca ise yine Hidustani olarak bir asır öncesine kadar var olan bir dilin Sanskritçe yerine Farsça ve Arapça ile harmanlanmış halidir diyebiliriz. Ancak politik nedenlerle bu iki dil kasten birbirinden izole edilir.
İbranicenin dünyadaki bütün dillerden çok farklı bir tarihsel seyri vardır. Anadili olarak konuşan son kişi 1700 yıl önce ölmüş olan ve 120 yıl öncesine kadar sadece küçük bir din adamı sınıfı tarafından bir yazı dili olarak yaşamını sürdürürken, tekrar canlandırılıp bir ülkenin resmi dili haline gelmiştir.
Ermenicenin hikayesinde de çok özel bir hikayedir. Ermeni Kilisesi’nin yazı dili olarak kullanılan bu dil, kendine has bir alfabeye çok uzun zamandan beri sahiptir. Abbasi, Selçuklu ve sonra da Osmanlı İmparatorluğu hakimiyeti altında yaşayan Ermenilerin dilinin, sıradan insan arasındaki kullanımı özellikle Osmanlı zamanla azalmıştır. Hiçbir zaman sıfıra inmemiştir ama genelde bulunduğu şehir, köy ya da kasabadaki baskın İslam diline (Türkçe ya da Kürtçe) yenik düşmüştür. Buna karşın dinin dili olduğu için, sınırlı bir din adamı kesimi tarafından sürekli içerik üretimi ile varlığını ve gelişimini sürdürmüştür. Enteresan bir şekilde Kuzey Doğu Anadolu’da ise (muhtemelen Ermenilikten geçmiş olan) bir takım Müslüman toplulukları arasında kırsal kesimlerde konuşulmuştur. Hemşince adıyla bilinen bu varyasyon, günümüzde dahi varlığını devam ettirir. Ana akım Ermenice ise 19. yüzyıl sonlarında Ermeni toplumundaki eğitim atılımı neticesinde yüzyıllar içinde Türkçe ve Kürtçeye kaptırdığı kitlesini büyük ölçüde geri kazanmış, konsolide etmiştir. Ancak kaderi Rusya ve Osmanlı topraklarında iki farklı seyir halinde devam eder. Batı Ermenicesi, yazı dili İstanbul Ermenicesi olan ve Anadolu’nun pek çok yerinden dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış Ermeniler tarafından yaşatılmaya çalışan lehçeleri kapsayan bir kategoridir. Doğu Ermenicesi (ya da günümüzde “The Ermenice”) ise Erivan merkezli bir yazı dili olup Ermenistan devletinin resmi dilidir. Ermenice, Tarih boyunca ürettiği yazılı materyal ve sahip olduğu hinterlant arasında bir oran kuracak olursak en yüksek orana sahip dildir muhtemelen.
Sırpça da özel bir yerde durur. Bazı dilbilimcilere göre Boşnakça ve Hırvatçayla aynı dil olan Sırpça, tamamen dinden kaynaklı bu bölünmüşlüğüne, Karadağ’da konuşulan versiyonunun da Sırpçadan bağımsızlığını ilan etmesi ile pratikte konuşarak anlaştıkları ama dört ayrı adı olan bir dil olmuş oldu.
Bunlar dışında Gürcüce, Kazakça, Fince, Moğolca, Yunanca gibi orta boy ya da küçük bir devletin resmi dili olan sayısız dil bu kategoriye dahil edilebilir.
4) Uluslaşma Sürecindeki Diller
Bu kategorideki diller genellikle 20. yüzyıla kadar uluslaşma ya da devletleşme sürecini tamamlayamamış toplulukların dilleridir. Bir üst kategorideki dillerin tam olarak başarıya ulaşamamış ya da oyuna geç başlamış ve arada bir yerde sıkışıp kalmış versiyonudur. Bu diller genellikle bir ülkede, sınırları belli bir bölgenin yarıdan fazlası tarafından ana dili olarak konuşulan dillerdir. Bunlar yukarıda sayılan dillere kıyasla çok daha dar bir literatüre, dağarcığa ve etki alanına sahiptir. Genellikle şivelere bölünmüş durumdadır ancak bir şive, yazı dili olarak referans kabul edilmiştir. Ulus devlet kategorisindeki bir dilin yeterliliğine ulaşmak için yapay kelime üretimi yoluna gidilir, politik olarak bu ülküye bağlı insanların gönüllü çabaları en büyük dayanaklarıdır. Kısıtlı hacimde de olsa yazılı materyal üretimi vardır. Ayrıca bu dilleri konuşan (istisnalar hariç) herkes muhakkak üst kategorilerden bir dili de ana dili gibi bilir ve konuşur. Welsh (Galler dili), Kürtçe, Tatarca, Kantonca gibi diller bu kategoriye örnek teşkil eder.
Bu kategorinin tipik bir örneği olarak, benim de “nine dilim” olan Kürtçeden bahsedebiliriz. Türkiye, Suriye, Irak ve İran’ın birbirine komşu olan bölgelerinde blok halinde konuşulur. Kendi içerisinde birkaç ana lehçe ve bu ana lehçeler altında sayısız şiveden oluşur. Günümüzde biri Kurmanci biri Sorani lehçesi için olmak üzere iki ayrı yazı dili geliştirilmiştir. Biri Latin diğeri ise Arap harfleriyle yazılır. Irak dışında hiçbir yerde uluslararası kabul gören bir yasal statüsü yoktur. Irak haricinde Kürtçe konuşan neredeyse herkes, Türkçe, Arapça ya da Farsçayı iyi derecede bilir. 1990’lar sonrasında Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde doğup büyüyen nesil Arapçayı ya çok az bilir ya da hiç bilmez çünkü Kürtçe, Kuzey Irak için gündelik hayat, eğitim ve yazı dili olarak tek dil konumundadır. Üst kültür dili ihtiyacını ise İngilizceden karşılarlar. Ayrıca, Suriye savaşından sonra ülkenin kuzeyinde ortaya çıkan otonom yapı da Kürtçeyi eğitim dili olarak kullanır. Bu anlamda Kürtçe, yukarı yönlü bir trend izler. Ancak iki lehçe üzerinden yürütülen yazı dili geliştirme çabaları, zaten kısıtlı olan enerjiyi bölmesi bakımından Kürtçe için olumsuz bir etki yaratmaktadır.
Galler dilini (ya da Welsh) ele alacak olursak Birleşik Krallığın Galler bölgesinde konuşulur. Keltçenin kalıntılarından bir dildir. Günümüzde Galler’de ilk ve orta öğretimde zorunlu ders olarak okutulur ve yerel hükümetin çabalarıyla varlığını devam ettirir. Kendi içinde birkaç şiveden oluşur ve tam olarak bunların hiçbirine tekabül etmeyen bir yazı dili kullanır. Galler dilini konuşup İngilizceyi konuşamayanların sayısı iki basamağa ulaşmaz. Günün sonunda Galler dili, bir refah ülkesinde, üzerine akıtılan kamu kaynakları ile varlığını sürdürür. Kendi imkanlarıyla organik olarak yaşama şansı olduğunu düşünmüyorum. Söylemeden edemeyeceğim, konuşanlarını duyduğumda Yüzüklerin Efendisi filmlerinde kullanılan yapay bir dil olan Elfçenin, bu dilden ilham aldığı kanısı uyanıyor bende.
Türkçeyle akraba olan ve gençken keyifle etüt ettiğim, hatta bir vakitler hiçbir rasyonel sebebim yokken çat pat konuştuğum Tatarca (Kazan Tatarcası) için durum maalesef pek iç açıcı değildir. Gerek Sovyet döneminde gerek Putin öncesi Rusya’sında Tatarca, Tataristan özerk bölgesinde aktif olarak kullanılıyordu. Türk dili araştırmacıları için geçmişe açılan pencerelerden biridir. Ancak son 10 yıldır devlet politikası ile eğitim ve yazı alanından dışlanmıştır ve yeni nesiller arasında aktif konuşan ve yazanların sayısı hızla azalmaktadır çünkü Rusça gibi hiçbir konuda denk olmayan bir rakip tarafından kıskaca alınmıştır. Kısacası, Tatarca için trend sert bir şekilde aşağı yönlüdür ve yakın gelecekte bir sonraki kategori olan yerel diller arasında yerini alacaktır.
Her ne kadar, tarihin bir cilvesiyle kendilerini birer devletin resmi dili olarak bulsalar da Kırgızca ve Türkmenceyi de bu kategoriye alıyorum çünkü bu diller Rusçanın gölgesinde gelişme fırsatı bulamamış, hakkıyla bir yazı dili oluşturamamışlardır. Bundan sonra da pek mümkün değildir.
5) Yerel diller
Kriterler:
- Genellikle bir ülkede nüfusun küçük bir kesimi tarafından konuşulurlar.
- Bu dillerin konuşanları haritada homojen bir yer teşkil etmez.
- Standartlaşmış bir yazı dilinden söz edemeyiz, hatta çok az sayıda istisna haricinde herhangi bir yazı dili yoktur.
- Neredeyse her köyün, kasabanın kendine has bir şivesi vardır ve her yarım asırda bir yenileri türer.
- Dağarcıkları gündelik hayat, köy, kasaba yaşantısı ya da din ile sınırlıdır.
- İçinde bulundukları devletin resmi dilinden çok sayıda kelime alırlar.
- Bazıları yok olmama mücadelesi verse de genelde kendi haline bırakılmıştır. Bazıları ise hepten yok olmuştur ve siz bu satırları okurken dahi yok olmaktadır.
Dünya üzerindeki dillerin %90 gibi bir oranı bu kategoriye dahil edilebilecek dillerdir. Bir üst kategorideki dillerden farkı, kimlik üretme vasfından mahrum olmaları ya da etki alanlarının ihmal edilecek kadar küçük olmasıdır.
Çerkezce, Abhazca, Lazca, Faoise dili, Lezgice, çeşitli Afrika ve Amerikan yerli dilleri ile Endonezya, Papua gibi bölgelerde konuşulan binlerce dil bu kategoriye örnek teşkil eder.
Yine hiçbir rasyonel sebebim yokken bir vakitler birazcık öğrendiğim Pomakça, bu kategorinin çok tipik bir örneğidir. Pomakça için Müslüman Bulgarcası da diyebiliriz çünkü Bulgarcayla çok benzer bir gramer üzerine kuruludur. Kök kelimeler (temel fiiller, aile bireyleri ile ilgili kavramlar, sayılar vs.) Güney-Slav dilleriyle ortak bir kökten gelir. Temel iletişim için gerekenlerin dışında ise köy yaşantısına dair sözcüklerle sınırlı bir dağarcığı vardır. Şehre ve medeniyete dair neredeyse bütün sözcükler Türkçeden alınmıştır. Fonetiğine bakacak olursak aynı sözcüklerin hemen her köyde farklı telaffuzları vardır. Ortak bir yazı dili yoktur; dergi, gazete vs. gibi bir yazılı materyal üretimi de yoktur, hatta onu okuyacak bir kitle de yoktur. Bir ara internet üzerinde birkaç Pomakça site girişimi oldu ancak bireysel çabaların ötesine geçemedi. Özetle, Pomakçanın yazı ile tek gerçek irtibatı, folklor derlemecileri tarafından türkü ve hikayelerin kayıt altına alınmasından ibarettir. Orada da herkesin kendine göre bir ortografi ile yazdığı bir yazı biçiminden söz ediyoruz. Genç nesil arasında konuşanların sayısı oldukça az olsa da kısmen ya da tamamen anlayan bir kitlesi halen var. Ancak eninde sonunda yok olması çok uzun sürmeyecek gibi görünüyor.
Bazı durumlarda ise bir bölgedeki ulusal dilin hatta yüksek kültür dilinin bir başka coğrafyada yerel dil konumunda olduğunu görebiliyoruz. Yerel bir dilin bir yazı diline sahip olmaması ancak bu durumda mümkün oluyor. Arapçanın Mardin’de Mıhlemi olarak bilinen varyasyonu buna örnektir. Aynı şekilde Türkiye’deki Sefarad Yahudileri arasında konuşulan Ladino (Sefaradça ya da Yahudice diye de bilinir) İspanyolca gibi dev bir yüksek kültür dilinin bir lehçesidir esasen, ama Türkiye’de yok olmaya yüz tutmuş bir yerel dildir. Keza İsrail’deki göçmenlerin geldikleri yerden getirdikleri Yiddiş (bir çeşit Almanca) aynı şekilde üst kültür dilinin bile başka bir coğrafyada yok olmaya yüz tutan yerel dil konumunda olmasına iyi birer örnektir.
Son olarak, İrlanda Galcesinden de bahsetmek gerekli. İrlandalıların asıl dilidir. İrlandalıların kendilerini çok keskin bir biçimde Britanyalılıktan ayırıyor olmasına, geçtiğimiz yüzyıl içerisinde ulusal kimlik üzerinden yürütülen bir bağımsızlık serüvenine, hatta bugün halen devam eden etnik gerilimlere rağmen İrlandalılar, İrlanda Galcesi değil İngilizce konuşurlar. Bu dili aktif olarak konuşanların sayısı o kadar azdır ki, İrlanda Cumhuriyeti’nde nüfusunun yüzde birlik bir kısmına tekabül eder. Sebebi basittir; İngilizce gibi bir dil ile rekabet etmek kolay değildir. Ortalama insan rasyonelliği endoktrinasyona üstün gelir, yani Dünya’nın pek çok yerinde bir servet dökülerek öğrenilen İngilizceyi evde anadan babadan öğrenmenin konforu, her türlü kimlik siyasetinin önüne geçer. Özetle, ait olduğu ulus devlet topraklarında bile folklorik bir öğe olmaktan ileri gidemeyen, devlet zoruyla dahi öğretilemeyen İrlanda Galcesi kimlik üretme bakımından Oscar’a aday gösterilebilir belki ama bir ulus devlet dili olarak fena halde başarısızdır. Biz de onu yerel dil kategorisine almış olalım.
Sonuç
Burada bahsettiğim kategorileri geçişken bir durum olarak görmek ve anlamak gerekli. Özünde her dil bir yerel dil olarak doğar zamanla daha fazla alan kazanır, yazı ve eğitim başta olmak üzere çeşitli entelektüel faaliyetlerle yaygınlaşır. Güç kazanır ve piramitte yukarı doğru bir seyir izler. Kimisi o piramidin bir aşamasında kalabileceği gibi bir kısmı da en üstten en aşağı kadar düşebilir.
Bir sonuç çıkarmak zorunda mıyız bilmiyorum. Ancak şu çok açık ki, dillerin gücü temelde iki yerden geliyor. Birincisi üretilen içeriğin hacmi. Yani bir dilde sanat, bilim, edebiyat, hukuk gibi yazılı materyal ne kadar çok üretilmişse, o dil o alanlarda o kadar ilerliyor. İkinci olarak da bu dili (ister ana dili olarak ister ikinci dili olarak) kullanan insanların genel ortalaması önemli. Burada ortalamadan kastımız ekonomik, sosyal, entelektüel, herhangi bir konudaki gelişmişlik olabilir. Saydığımız bileşenlerin her ikisi de bir otorite tarafından desteklenmekle çok sıkı bir korelasyon içerisinde. Bu da bizi Noam Chomsky’nin “Tankı ve topu olan lehçeye dil denir” iddiasına götürüyor. Özetle, bir dilin sponsorları ne kadar güçlü ise dil de o kadar güçlü olur.
Süleyman Cabir Ataman